top of page

Gözlüğümün Hikayesi


Bu hatira benim için hep canlıdır ve hafızamın kuytularında her zaman bir güneş gibi parlıyor. Sanki daha iki saat önce yaşanmışcasına, hiç aklımdan çıkmıyor.

Sekizinci sınıfa gelene kadar, kravat ya da süs bastonlar gibi, gözlük de uygar adamların güzel görünmek için gözlerine taktıkları bir şey olduğunu düşünürdüm. Çok süslenip püslenen, dar paçalı pantolon giyen, Paris’ten kravat ithalat işi ile uğraşan ve insanların onu mösyö diye hitap edecek kadar yeniliğe aşırı ilgi gösteren Golamriza dayım, bizim sülaledeki gözlük takan ilk adamdı. Dayımın ayakkabı boyası, çatal, ve diğer frenk alışkanlıklarına olan ilgisi benim bu düşüncemi daha da güçlendirdi ve kesinlikle gözlük süs için göze takılan bir şey olduğuna inanırdım. Bu konunun cepte olduğunu düşünerek benim gittiğim okuldan biraz bahsetmek istiyorum. Benim boyum yaşıtlarımdan hep daha uzundu. Annem ne zaman ben ve ağabeyim için kıyafet almak istese yakınıp şöyle derdi: “siz abi kardeş minare gibisiniz. Gökyüzüne çıkıp de ne yapacaksınız?” Ama gel gör ki uzun boyumun tersine gözlerim iyi görmüyordu. Tahtayı göremediğim için de bütün derslerde ilk sıraya oturmak isterdim. Yalnız siz de bilirsiniz ki sınıflarda ilk sıralar kısa boylu çocuklar içindir. Bu yüzden de her zaman sınıfta kısa boylu çocuklarla kavga halindeydik, fakat biraz şirret olduğum için, kısa boylu ve kilolu sınıf arkadaşlarım hep sınıf dışında başlarına geleceklerden korktukları için teslim olurlardı. Yalnız hepsi bu kadar değil. Bir keresinde bencil bir öğretmenimiz okul kapısının önünde bana öyle bir tokat attı ki sesi okul bahçesinin her yerinden duyuldu. Ben kulağımı elimle tutup ve tokadın acısından gözüm kararmıştı ki arsız hocanın bir iki sağlam küfür ardından şöyle dediğini duydum: “Kör müsün sen? Sadrazam oğlu musun yoksa? Hocayı sokakta görüp selam vermemek de neymiş?!”

Anlaşılan o ki, dün öğretmen bey sokağın diğer tarafından geçiyormuş. Ben de onu görmemiş selam vermemişim. Beyefendi benim kendisine karşı kibirli ve isyankar bir tavrım olduğunu düşünüp, şimdi intikam alıp bana ders veriyor.

Evde de siftahsız değildim. Genelde yemek sofrasından kalktığımda, gözüm görmeyip, ayağım su bardağı ya da testiye takılırdı. Ya su dökülürdü ya da testi kırılırdı. Sonra benim yarı kör olduğunu bilmedikleri için sinirlenirlerdi. Babam kızıp küfür ederdi, annem sitem ederdi ve şöyle derdi: “ipini koparan deve gibisin, dağınıksın, dikkatsizsin, perişansın, hiç ayağının önüne bakmazsın. Ya önünde kuyu olsa ve görmeyip içine düşsen?” İşin aslı kendim de yarım kör olduğumu bilmiyordum. Her kesin bu kadar göre bildiğini sanıyordum.

Dolayısı ile küfürlere aldırmazdım. İçten içe kendimi serzeniş ederdim ve derdim: “biraz dikkatli hareket et! Bu ne biçim iş? Sürekli ayağın bir şeylere takılıyor.”

Başka olaylar da oluyordu tabi ki. Futbolda asla ilerleyemiyordum. Diğer çocuklar gibi ayağımı havaya kaldırıp, topa vurmak için nişan alırdım. Ama ayağım hiç bir zaman topa değmiyordu. Çocuklar da bana gülerlerdi. Ben ama bunu kaldıramıyordum. En kötü olayı bir gösteri gecesinde yaşadım. Bizim ilizyonist Hüseyin gibi biri geldi Şiraz’a. İnsanlar deste deste onun ilizyonlarını izlemeye gidiyorlardı. Gösteri Şahpur okulunun gösteri salonundaydı. Müdür yardımcısı bana bir tane beleş bilet vermişti. Halbuki sadece en iyi öğrencilere hediye bilet verirlerdi. Sevinçten havalara uçacaktım. Akşam vaktı oraya gittim. Yerim salonun en arka sıralarından birindeydi. Yerime oturdum ve gözümü sahneye diktim. Gözlerimi kısmıştım ve çok dikkatlı bakıyordum. Adam sahneye geldi. Kutusunu çıkardı ve oyuna başladı. Bütün etrafimdakiler hayret içindeydi. Kah gülüp kah alkışlıyorlardı. Ama ben ne kadar gözlerimi kısarsam kısayım doğru düzgün goremiyordum. Sadece bulanık bir şeyler görüyordum ve onun ne olup ve neler yaptığını seçemiyordum. Aciz ve çaresiz yanımdakinden soruyordum: “ne yapıyor şimdi?” O da ya cevap vermiyordu, ya da: “kör müsü kendin bak!” Derdi.

Ben o akşam diğer çocuklar gibi olmadığımı farkettim. Ama derdimin ne olduğunu bilmiyordum henuz. Sadece bir kusurum olduğunu hissediyordum ve bu his beni çok dertlendirmişti. Ne yazık ki bir kere bile olsa kimse derdimi anlamaya yeltenmedi. Bütün körlüğe işaret olan olayları,benim sakarlığım ve dikkatsızlığımdan olduğunu düşünürlerdi. Kendim de onlar gibi düşünüyordum artık.

Şehire göçtüğümüzden bir kaç yıl geçmiş olsa da bizim ev hala köy havasını koruyordu. Nasıl ki eskiden liman köyünde yaşadığımızda, bir anda çölden on oniki kişi atla, eşekle bize misafirliğe gelip günlerce kalıyorsa, şimdi Şiraz’da da aynı şey oluyordu. Babam iflas bayrağını çekmiş olmasına rağmen bu eski alışkanlığını terk etmemişti. Evimize ipotek koyulup, eşyalarımız spotçuya satılmış olsa bile bizim evdeki misafirler eksilmiyordu. Güneyden yola çıkan her sahipsiz insan önce bize uğrardı. Allah rahmet eylesin, babamın derya deniz bir kalbi vardı. Delikanlılıkta şah gibi davranırdı. Saatını satıp misafirlerini ağırlıyordu mesela. Bu misafirlerden biri Kazern’lu meddah bir kadındı. Bayramda ise oynak şarkılar okurdu. Çok dilbaz ve meraklı biriydi. Tatlı dilliydi ve hikayeler anlatırdı. Biz çocuklar onu çok severdik. Ne zaman gelse mutlu olurduk. Akşamları hikaye anlatırdı. Bazen türkü söylerdi ve evdeki herkes ona eşlik ederdi. Kimseden korkmayan dobra biriydi de ve birinde hoşuna gitmeyen bir şeyi de düpedüz onun yüzüne söylerdi. Annem onu çok severdi. Öncelikle ikisi de Kazerun’luydular ve Kazerunlular çok birbirlerine destek oluyorlar. İkincisi, hep annemi savunurdu ve annem için sürekli babama: “neden iki eşin var? Nasıl bu kadının üstüne kuma getirdin sen?” diye söylenirdi. Kısacası sevilen bir misafirdi. Tabi her zaman ne kadar dua kitabı varsa yanındaydı. Bu kitapları biz beze sarardı. Biz de gözlüğü vardı. O eski model badem şeklindeki gözlüklerden. Gözlüğü çok eskimişti tabi. Çerçevesi de kırılmıştı. Yalnız yaşlı kadın kırılan gözlük sapı yerine, gözlüğüne bir tel yapıştırmıştı ve gözlüğü takmak istediğinde bir ipi telden geçirip kulağına sarıyordu. Ben yaramazlık yaptım ve kadının odada olmadığı bir gün onun eşyalarını karıştırdım. Önce kitaplarını dağıttım. Sonra söz ettiğim gözlüğü onun çantasında çıkardım. Onu gözüme takıp ve komik göründüğüm halde ablama şaklabanlık yapmak istiyordum. Benim için unutulmaz bir andı. Gözlüğü gözüme taktığım an dünya değişti. Her şey başka türlü oldu. Bir sonbahar günü ikindi vakti olduğu hatırlıyorum. Ciliz ve sarı bir güneş vardı. Ağaç yaprakları kurşunla vurulan askerler gibi tek tek düşüyorlardı. Ben o güne kadar ağaçtan bir yaprak yığını dışında bir şey görmemiştim ama o an yaprakları tek tek görebiliyordum. Odamızın karşısındaki duvarı hep düz ve tuğlaları birbirine karışık biliyordum ama o gün güneşin kızıl ışığı altında tuğlaları ve onların arasındaki derzi görebiliyordum. Nasıl bir keyifti anlatamam. Sanki bütün dünyayı bana vermişlerdi. Hayatımda bir daha o an ve o lezzet gibi bir şey yaşamadım. O dakikaları hiç bir şeye değişmez oldum. Öyle mutluydum ki bir kaç defa kendi kendimi sıktım. Neşeliydim ve atlayıp zıplıyordum. Yeniden doğduğumu ve dünyanın benim için başka bir anlam ifade ettiğini hissediyordum. Mutluluktan sesim boğazımda düğümlenip kalıyordu. Gözlüğü çıkardım. Dünya yine gözümde bulanıktı. Ama bu sefer mutlu ve kararlıydım. Gözlüğü katladım ve kabına koydum. Anneme hiç bir şey demedim. Ona tek kelime edersem gözlüğü benden alacağını ve nargile sopasıyla bir kaç tane bana vuracağını düşündüm. Kadının bir kaç günden önce gelmeyeceğini biliyordum. Gözlük kabını cebime koydum ve yeni dünyayı görme mutluluğuyla okula gittim. İkindi olmuştu. Bizim sınıfın yeri çok güzeldi. Okulumuz eski bir konaktı. Bir turunç bahçesi vardı. Odalarının çoğunda duvarda ayna işlemesi vardı. Bizim sınıf evin en güzel odalarından biriydi. Penceresi yoktu, tıpkı eski pencerelerdeki gibi renki camları olan bir penceresi vardı. Akşam güneşi bu camlarda içeri giriyordu ve sınıf arkadaşlarımın masum yüzleri bir yüzüğün üzerindeki renkli taşlar gibi parlıyordu.

İlk ders arapçaydı. Arapça öğretmenimiz, hayatından bir asır geçmiş tatlı dilli yaşlı bir adamdı. Şiraz’da okula giden benim bütün yaşıtlarım onu tanır. Ben artık gözlerime güveniyordum ve ilk sıraya oturmaya çalışmadım. Gittim ve sınıfın son sırasına oturdum. Gözümü gözlükle denemek istiyordum. Bizim okul, şehrin aşağı mahallelerinde olan bir zengin okuluydu. Bu yüzden de lise seviyesinde pek öğrencisi yoktu. Her geçen yıl biraz daha öğrencileri azalıyordu. Bu öğrenciler ekmek kazanmayı edebiyat ve tarih okumaya tercih ediyorlardı. İşin doğrusu hayat onları okulu bırakmaya zorluyordu. Bizim sınıfımızın de pek bir öğrencisi yoktu. Sınıfta on sıra olsa da, bütün öğrencilerin geldiği halde sadece ilk altı sıra dolduruluyordu. Ben gözlüklü gözümü denemek için onuncu sıraya oturmuştum. Benim bu yaptığım yaşlı öğretmeni meraklandırmıştı ve dersin başında hep gözünün yanıyla bana bakıyordu. Yaramazlık sabıkama bakılırsa meraklanmakta haklıydı da. Kesin kendi kendine şöyle düşünüyor: “ne oldu de bu yaramaz çocuk her zamanın aksine sınıfın sonlarında oturuyor? Kesin bir planı var.” Çocuklar da biraz şüphelenmişlerdi. Özellikle beni daha iyi tanıyanlar. Benim ilk sıraya oturmak için yıllardır savaştığımı biliyorlardı. Her şeye rağmen ders başladı. Öğretmen tahtaya arapça bir cümle yazdı ve karşısına bir tablo çizdi. Tablonun ilk hanesine bir kelime yazdı ve kelimenin karşısında açılımını yazdı. Bu fırsatı ganimet bildim ve cebimdeki kutuyu çıkardım. Dikkatlice gözlüğü kabından çıkardım ve gözüme taktım. İpini bir kaç defa kulağımın etrafına sardım. Yüzüm gerçekten de komik olmuştu. İri yarı yüzüm ve gagalı koca burnum hiç gözümdeki badem gözlüğe yakışmıyordu. Bunlar bir yana, gözlüğümün sapları, tel ve ip de ayrı bir hikayeydi ve değil sadece durduk yere duvar çatlağına bile gülen öğrencileri, kederli insanları bile güldürebilirdi. Öğretmez ilk cümleyi yazdıktan sonra, sınıfın tepkisini ve anlayıp anlamadıklarını görmek için öğrencilere doğru dondu ki aniden gözü bana düştü. Hayretler içinde tebeşiri elinden bıraktı ve bir dakikaya yakın öylece bana ve gözlüğüme baktı. Ben ama uçuyormuşcasına keyif içinde boğulmuştum ve olanların farkında değildim. Evet, ilk sırada oturunca zar zor tahtayı gördüğüm halde, şimdi son sıradan bile tahtaya yazılanları bülbül gibi okuyabiliyordum.

Kendi dünyamda büyülenmiştim ve etrafımda olup bitenlere hiç aldırmıyordum. Benim bu soğuk kanlılığım ve öğretmenin bakışlarına aldırmamam onu benim kesin bir yaramazlık planım olduğu düşüncesini daha da güçlendirdi. Bunun benim bir oyunum olduğunu ve şaklabanlık yapıp sınıfı güldürmek istediğime inanıyordu kendisi. Aniden saldırgan bir puma gibi yürümeye başladı. Bu öğretmenimizin koyu bir Şiraz aksanı vardı ve sokak dili konuşmakta israrlıydı. Bana doğru yürürken o özel aksanıyla dedi: “vay be! Eşek herif! Şaklabanlar gibi maske mı taktın?”

Öğretmen konuşana kadar sınıf sessizdi ve tahtaya bakan çocuklar arkalarında ne olduğundan haberleri yoktu. Fakat öğretmen bana kızınca, sınıf de ne olduğunu anlamak için arkaya döndü. Sınıftakiler benim gözlüğümü gördüler ve bir anda sanki deprem olmuş ve dağ yıkılmış gibi dehşet verici bir ses yükseldi ve okulu sarsıttı. Bütün öğrenciler kahkaha atıyorlardı. Bu da öğretmeni daha bir sinirlendirdi. Gerçekten benim bütün bu oyunları onunla alay etmek için düzenlediğimi düşünüyordu. Çocukların gülmesi ve öğretmenin saldırısı beni kendime getirdi. Tehlikeli bir olayla karşı karşıya olduğumu düşündüm ve hemen gözlüğümü çıkarmak isedim. Elimi gözlüğüme götürür götürmez, öğretmen bağırdı: “sakın dokunma, seni bu taktığım maskeyle müdüra götüreceğim. Sen çöpçü olman gerekiyor velet. Sen nerede, kitap ve okul nerede? Çek git sokakta serserilik yap.” Sınıf gülmekten kırılıyordu ve ben şaşkınlık içinde kalakalmıştım. Ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Gözlük gözümde ve budala gibi öğretmene bakıyordum. Bu sefer gerçekten sinirlenmişti. Geldi ve benim sıramın yanında durdu. Bir eli ceketinin belindeydi ve diğer eli tokat atmaya hazır vaziyette havaya kalkmıştı. Bana dedi: “defol dışarı! Haydi! Kalk yerinden!” Kara bahtli ben de yerimden kalktım. Hala gözlük gözümdeydi ve sınıftakiler gülüyorlardı halime. Biraz kendimi geriye çektim ki öğretmenin tokadı yüzüme değmesin. Kıvrak bir şekilde öğretmenin önünde kaçarken birden yüzüme bir tokat indi. Gözlüğümün ipi koptu, gözlük bir kulağımdan asılı kaldı ve daha komik bir manzara ortaya çıktı. Asılı gözlüğü almak istedim ki öğretmen arkadan bir iki tane tekme attı. Çıtımı çıkarmaya fırsatım yoktu. Kendimi hemen sınıftan dışarı attım. Müdür, müdür yardımcısı ve arapça öğretmeni toplantı yaptılar ve uzun bir görüşmeden sonra beni okulda atmaya karar verdiler. Bunu bana söylemeye geldiklerinde yarı kör olduğumu söyledim onlara. İlk başta bana inanmadılar, ama o kadar dürüstçe söylemiştim ki sözlerim taşı bile yumuşata bilirdi. Yarı kör olduğuma inandıkları zaman beni okuldan atmaktan vazgeçtiler. Öğretmen de aynı aksanla dedi: “gözün çıkmasın çocuk, daha önce niye söylemedin. Yarın okuldan sonra Şah-çerağ camisinin ordaki gözlükçü Süleyman’ın dükkanına gel!”

Ertesi gün, bir ömür çektiğim eziyet ve önceki gün gördüğüm aşağlanmadan sonra, okuldan sonra Şah-çerağ camisi kapısının yanındaki gözlükçü Mirza Süleyman’ın dükkanına gittim. Arapça dili öğretmenimiz de geldi. Gözlükleri tek tek Mirza Süleymandan alıp benim gözüme koyuyordu. Sonra şöyle derdi: “bak oraya. Şah-çerağ’ın saatındaki küçük akrebi görüyor musun?” Sonunda bir gözlük gözüme denk geldi ve küçük akrebi görebildim. Onbeş Geran verdim, gözlüğü Mirza Süleymandan satın aldım ve gözüme taktım. Böylece ben de gözlüklü oldum.


Resul Pervizi

Çeviri: Dariush Salehi

 
 
 

Comments


Subscribe Form

Thanks for submitting!

  • Facebook
  • Instagram
  • Twitter
  • LinkedIn

©2021 by Dariush Salehi. Proudly created with Wix.com

bottom of page